Bir süredir üzerine kafa yorduğumuz salat hakkındaki bu yazıda geldiğimiz son noktayı paylaşmayı amaçladık. Bazı konularda fikrimiz net iken bazı konularda henüz bir sonuca varmış değiliz. Yazıyla doğrusu budur demekten ziyade şu anda salat konusunda ne durumda olduğumuzu paylaşmak ve sonradan okuyacak ya da çalışacak olanlara fikir vermek niyetindeyiz. Şimdiden iyi okumalar.
Bold, Belikebond, Kai.
#1 Salat Neden “Namaz” Olamaz
Kuran'da namaz diye bir kelime geçmez. Namaz farsça kökenli ve arapça olmayan bir kelime. Namaz olarak çevrilen kelime ise "salat". Kelime etimolojilerine bakacak olursak:
Namaz: "Avestaca nemah– ‘dua, namaz’, Eski Farsça nàmas, Pehlevice namāč, Kürtçe nımêj ya da nımê sözleri namaz karşılığındadır. Öte yanda, Sanskritçe namas ‘eğilme’ olarak bilinmektedir. Sanskritçe nam sözcüğü ‘eğilmek, öne bükülmek; bir şeyin önünde eğilmek’ karşılığındadır ki, namati fiiliyle belirtilmektedir. Aynı kökten gelen Sanskritçe namaskārah (=saygıyla eğilme), namaskr (=selam vermek, saygı göstermek) kelimesi aynı dilde namaskaroti olarak da ifade edilmiş. Afganca nmunj, Hintçe, Urduca, Sindhice ve Ermenice namaz; Tacikçe ve Özbekçe namoz, Bengalce namaya, Beluçça namaš ya da nawaš sözleri Farsçada namaz diye bilinmektedir. Hintçe ve Nepalce namaste (=merhaba) kelimesi de aynı kökten türemiş olmalıdır. Nezaketen hafif eğilerek selam vermeye namaste denmiştir."
Kaynak : http://aksozluk.org/namaz
Salat: s-l-w kökünden türemiş geniş kapsamlı bir kelime "desteklemek, yakından takip etmek, arkasından yürümek/takip etmek, (Musalli > önde giden lider atı izleyen arkadaki ata deniyor), bağlı kalmak, söylev, nutuk" gibi anlamları bulunmakta.
Bazıları salat kelimesinin s-l-w kökünden değil w-s-l (waw-sad-lam) kökünden geldiğini savunur ki bu iletişim, bağlantı, buluşma, toplantı, ittifak/birliktelik, ulaşmak/reach gibi anlamlar barındırır. w-s-l kökünden gelen ittiṣāl and tawāṣul kelimeleri modern Arapçada hala kullanılmakta ve iletişim/bağlantı/networking anlamlarına gelmektedir. Hatta Arapçada haberleşme ve ulaşım bakanlıklarına wizarat al-Itisalat ve wizarat al-Muasalat denir. Bunun dışında s-l-w kökünden türeyen ‘’Sal’’ kelimesi Türkçedeki menteşe anlamındadır, kapıyı kapı çerçevesi ile bağlayan ve birbirlerine bağlı kalmalarını sağlayan kısımdır yani. Diğer bir kelime Salat al-Rahim akrabalık bağı şeklinde kullanılır.
Tüm bunlar salat ve namaz kelimelerinin kökenleri arasında önemli farklar olduğu ve her salat görülen yere namaz koyulmaması gerektiğini gösterir. Salatın Kur’an’da nasıl kullanıldığını ve ne kastedildiğini anlamak için ise her şeyden ve her sözlükten öte, en temel dayanak Kur’an’dır.
#2 Kıyam, Kıble, Secde, Rüku Gibi Terimlerinin Kur’an’daki Kullanımları (Bu Terimlerin Soyut Anlamlarının Olması)
KIYAM
Kıyam başlığı altında odaklanmamız gereken iki nokta var. Birincisi salatı ikame etmek ifadesindeki ‘’ikame’’ kelimesinin namazı ‘’kılmak’’ şeklinde yanlış çevrilmesi. İkincisi ise kame, tekumu, kaimine gibi aynı kökten gelen kelimelerin salat ile beraber kullanılmamasına rağmen direkt namaz diye çevrilmesi.
İkame etmek bir şeyi doğru düzgün yapmak, korumak, devam ettirmek anlamlarına gelir. Salatın ikame edilmesi de salat ile kastedilen işin (ileride açıklıyoruz) korunulması, devam ettirilmesi, yapılması kastedilir. Buradaki anlam namaza ‘’durmak’’ veya namazı ‘’kılmak’’ değildir. İkame bu anlamlara gelmez. Salata namaz diyenler ikame kelimesine uygun bir kılıf uydurmaya çalışarak ‘’kılmak’’ gibi alakasız bir anlam vermişlerdir.
Diğer ayetlerde geçen kame, tekumu, kaimine, tekumu gibi ikame ile aynı kökten kelimelerin geçtiği ayetlerin açıklaması olarak:
“Arapça ḳwm/ḳym kökünden gelen ḳiyām قيام "hep beraber ayağa kalkma, kalkışma" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça ḳāma قام "durdu, ayağa kalktı" fiilinin mastarıdır.
Cin19: “Ve şu bir gerçek ki Allah'ın kulu/ Peygamber O'na çağırarak ayaklandığı/ harekete geçtiği zaman o yabancılardan bir grup o'nun çevresinde neredeyse kenetlenecekler. “
“Ayette geçen ve öznesi peygamberimiz olan " قامkame" fiili "kalkmak" demektir. Ama bu kalkış "otururken ayağa kalkma" veya "namazda ayakta durma" manasında olmayıp "kıyam etme, haksızlığa baş kaldırma" anlamındadır.’’
Bu "başkaldırma" ifadesi "Ashab-ı Kehf" için de kullanılmıştır:
“Biz sana Kehf ve Rakim Ashâblarının önemli haberlerini gerçek olarak kıssalaştıracağız. Şüphesiz onlar, Rablerine iman etmiş birkaç genç yiğitler idi. Biz de onlara kılavuzluğu arttırdık:
Onların kalplerini pekiştirdik. Kıyam ederek: "Bizim Rabb'imiz, göklerin ve yeryüzünün Rabb'idir" dediler. "Ondan başkasını asla ilah diye çağırmayız. Yoksa kesinlikle saçmalamış oluruz."(Kehf/13, 14)”
Kaynak: https://istekuran.net/kavram/kiyam/
“De ki: "Size, bir tek şey öğütleyeceğim: Allah için ikişer ikişer, teker teker kalkın, sonra da iyice düşünün!" Arkadaşınızda cinnetten eser yok! O, şiddetli bir azap öncesinde sizi uyaran bir kişiden başkası değil.” (Sebe 46)
“Bir zamanlar İbrahim'e evin yerini göstererek; "Bana hiçbir şeyi ortak koşma. Evimi tavaf edenler, kaim olanlar, ruku edenler, secde edenler için arındır." demiştik.”(Hac 26)
“Kıyam ettiğin zaman O seni görür.” (Şuara 218)
Tüm bu ayetlerde kıyam kelimesinin fiziksel anlamda ayakta durmak, ayağa kalkmak anlamında kullanılmadığını, ayaklanmak, mücadeleye girişmek, baş kaldırmak anlamlarında kullanıldığını görüyoruz. Ayrıca yukarıdaki ayetlerde ‘’salat’’ kelimesi geçmiyor bile ama bazılarını namaz kılmak diye çeviriyorlar. Aşağıdaki ayet örneğin fiziksel anlamda ayakta kalmak, kalakalmak anlamında kullanılabileceğine de bir örnek bu kelimenin.
Şimşek, neredeyse görmelerini yok edecekti. Şimşek, aydınlık verince ışığında yürürler; üzerlerine karanlık çökünce de oldukları yerde kalakalırlar -kamu-. Allah dileseydi onların işitme ve görme yeteneklerini tamamen yok ederdi. Kuşkusuz, Allah'ın gücü her şeye yeter. (Bakara 20)
Yani sonuç olarak demek istediğimiz şudur; salat ile beraber kullanılan ikame, ekimi, ekimu kelimeleri ‘’kılmak’’ şeklinde çevrilemez, kelimenin böyle bir anlamı yoktur. Tek başına salat ile beraber kullanılmayan, bazı yerlerde mecaz bazı yerlerde gerçek anlamında kullanılan kamu, tekumu, kaimine kelimeleri de aynı şekilde namaz kılmak diye çevrilemez.
KIBLE:
“Kıble” sözcüğünün aslı “ ق ب لkbl” köküdür. Bu sözcüğün “ قَبلkabl” kalıbı; “önce” anlamında, “ قُبلkubl” kalıbı ise; “ دُبُرdübür (arka)” sözcüğünün karşıtı olarak “ön” anlamındadır. “Kıble” sözcüğü de “ön” anlamı ekseninde; “ جهةcihet (yüzün gösterdiği yön; ön yön”) demektir. (Lisan; 7/ 227-234 “kbl” mad.) “Kıble” sözcüğün türevlerinden olan “kabile (sık yüz yüze gelen halk)”, “mukabil, mukabele (karşılık, karşılık verme)” gibi türevleri Arapçadaki anlamıyla aynen Türkçeleşmiştir. “
Kaynak: https://istekuran.net/kavram/kible/
Kıble’nin kullanıldığı kelime türevleri:
- Kabile: Sık sık ön öne, yüzyüze karşıya gelen halk
- Kâbile: Ebe, bebek doğduğunda onu karşılayan kişi
- Kabil: Kuyudan çıkan kovayı karşılayan kişi
- Kabul: Karşıdan gelen isteğe olumlu karşılık verme
- Mukabele: Karşılık verme, birbirine yönelme
- İstikbal: Doğrultu, yön, karşılama (Örn: “İstikbal göklerdedir.”)
Yunus 87: “Musa ve kardeşine vahyettik: "Halkınız için Mısır'da evler hazırlayın. Evlerinizi kıble yapın ve salatı ikame edin. Mü'minleri müjdele.”
Namaz kılarken birbirlerinin evine dönmesi için mi tanrı bu emri verdi? Ayrıca madem kabe Elçi İbrahim’in inşa ettiği ve namaz kılarken hali hazırda dönülen yer neden tanrı tekrardan Elçi Musa’ya yeni bir kıble edinmesini istiyor? Kabeye dönseler ya işte?
Bakara 143: "İşte böyle! Biz sizi, insanlar üstüne tanık olasınız, resul de sizin üstünüze tanık olsun diye, orta yolu izleyen bir ümmet yaptık. Biz, eskiden üzerinde olduğunu kıble haline getirdik ki resule uyanı, ökçesi üstüne gerisin geri dönenden ayıralım. Bu, Allah'ın kılavuzluk ettikleri dışındakilere gerçekten zor gelecektir. Ama Allah imanınızı işe yaramaz hale getirmeyecektir. Şu da bir gerçek ki, Allah öncelikle insanlara karşı çok acıyıcı, çok merhametlidir."
Demek ki kıbleyi değiştirmek inananlar arasında eleyici bir rol oynamakta ki tanrı kıbleyi elçiye uyanlarla ökçeleri üzerinde geri dönenlerden ayırt etmek için yaptık diyor. Namaz kılarken baktığın yönün değişmesi ne kadar eleyici rol oynayabilir?
Bakara 144: “Rasûlüm! Biz, kıbleyle alakalı vahiy ümidiyle yüzünü sık sık göğe doğru çevirip durduğunu elbette görüyoruz. Şimdi seni râzı olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Bundan böyle yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir. Ey mü’minler! Siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü o yöne çevirin. Kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir.”
Resulün sıkıntı çektiği şey cidden namazda yüzünü nereye çevireceği mi? Tanrı bu kadar basit bir şey için mi böyle bir sıkıntı haline girdiğini anlatıyor elçinin? Ayrıca bu kısma dikkat; ayette namaz kılarken diye bir ifade geçmemekte, genel bir yönelmeden bahsetmekte.
Bakara 145: “Kendilerine kitap verilenlere her türlü delil ve mûcizeyi getirsen, yine de senin kıblene dönmezler. Sen de hiçbir zaman onların kıblesine dönecek değilsin! Zâten onlar birbirlerinin kıblesine de dönmezler. Şâyet sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, o vakit sen mutlaka zâlimlerden olursun!”
Burada hemen kıbleden bahsedildikten sonra müşriklerin arzularına uyarsan denilmesi kıblenin yön, din, öğreti, takip ettiğin yol anlamında kullanılmasıyla alakası olduğuna yönelik bir delil sunuyor.
Bakara 115: “Doğu da Allah'ındır, batı da. Nereye yönelirseniz yönelin, Allah'ın yönü orasıdır. Kuşkusuz, Allah, Yardımı Çok Kapsamlı Olan'dır, Her Şeyi Bilen'dir.”
Bakara 115’te “Nereye yönelirseniz yönelin” ifadesi spesifik bir yöne yönelmenin şart olmadığı söylemekte ve bunun da günümüzdeki kıble anlayışıyla çeliştiğini görüyoruz ki diğer kıble ayetlerin de Bakara suresinde olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir.
Bakara 150 ‘’Her nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin. Zalimler hariç, insanların size karşı bir kanıtları olmasın. Siz, onlara saygı duymayın, Bana duyun ki size olan nimetimi tamamlayayım; böylece doğru yolu bulasınız.’’
İnsanların müminlere karşı kanıt bulabileceği şey ile yüzümüzü kabeye dönmenin ne alakası bulunmakta da peş peşe söylenmiş bu cümleler? Yüzümüzü kabeye dönmemeye başladığımızda zalimler bize karşı kanıtlar bulmaya mı başlayacak yani? Ayrıca ‘’nereden çıkarsan çık, yüzünü mescid-i haram tarafına çevir’’ ifadesi kıblenin ‘’stratejik hedef’’ anlamına geldiğine bir delil oluşturabilir. Nerede olursan ol doğru yolda ol, doğru amaç ile hareket et gibisinden.
Sonuç olarak Kur’an’da “kıble” sözcüğünün geçtiği ayetlere dikkat edilirse, bu sözcüğün fiziksel konuma göre “ön yön” anlamında değil de; görüş, inanç, ilke olarak üzerinde bulunulan, bakılan ve gidilen yön, yani “sosyal hedef; strateji” anlamında kullanıldığı görülmektedir. Buna göre “kıble” sözcüğüne kısaca, “hedef” veya “strateji” anlamı vermek daha doğru görünmekte.
SECDE
“Teslim olma, boyun eğme anlamında kullanılan "secde" sözcüğünün vaz'ı [ilk ortaya çıkışı], "devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu kösmesi [eğmesi]" ve "meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi" anlamındadır. Daha sonra sözcük "ülke krallarının bastırdıkları para üstündeki kabartma resimlere tebaanın baş eğerek bağlılık göstermesi" anlamında kullanılmıştır. [ (Lisanü'l Arab, "s c d" mad. )]
Bütün bunlar, "secde" sözcüğünün "kişinin bilinçli olarak bir başkasına -kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek- teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması" anlamına geldiğini göstermektedir.
Görüldüğü gibi, "secde" sözcüğünde "yere kapanmak" anlamı yoktur. Arapçada "yere kapanmak" eylemi "harur" sözcüğü ile ifade edilir. Nitekim bazı ayetlerde "harrû sücceden" diye geçer ki, bunun anlamı "secde ederek [teslim olarak] yere kapandılar" demektir. "Teslim olarak yere kapanma" ifadesinin yer aldığı ayetler şunlardır: Yusuf/ 100, Meryem/ 58, Secde/ 15, İsra/ 107–109. Bir de korkudan yere kapanmak vardır ki, bu secde değildir: (A'râf/ 143)”
Yusuf/ 4,100. Babasının ve kardeşlerinin Yusuf'a secde etmeleri, ona teslim olmaları, yaşam düzenlerini onun kontrolüne verip onun otoritesi dışına çıkmamaları anlamına gelmektedir. Güneşin ve ayın secde etmesi ise tabii ki de fiziksel bir hareket olamaz.
(A'râf/ 161) Buradaki secde, şehrin kapısında yere kapanmak değil, o şehrin otoritesine teslim olmak anlamındadır.
Aynı konu Bakara 58 ve Nisa 154'de de konu edilmiştir. Bilinçli olarak yapılan secdeden başka Kur'an'da bir de teshirî [ister istemez yapılan] bir secde türü vardır ki, bu da insanın dışındaki diğer varlıkların Allah tarafından kendilerine kodlandığı şekilde hareket etmeleri ve zorunlu olarak işlevlerini yerine getirmeleri anlamında bir teslimiyet ve boyun eğmeyi ifade etmektedir. (Ra'd/15, Nahl/ 49, 50, Hacc/ 18)”
Kaynak: https://istekuran.net/kavram/secde/
-Eğer secde fiziksel bir kullanım içeriyorsa, o halde nasıl oluyor da evrendeki her şey ve herkes -güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, yaratıklar, idareciler, birçok insan- isteyerek veya istemeyerek fiziki bir secde yapabiliyor(13:15, 22:18, 16:48-50, 55:6)?
-Eğer secde yere kapanmak ise, o zaman İsrailoğulları bir şehrin kapısından secde halinde nasıl girdiler (2:58, 4:154, 7:161)?
-Eğer secde fiziksel olarak her Kur'an okunduğunda zorunlu yapılması gerekiyorsa (84:20-22, 19:58, 17:107, 32:15), o zaman dinleyiciler Kur'an okunduğu sırada sürekli bir secde halinde dinlemeye nasıl devam edeceklerdi?
-17:107 ‘’De ki: "Ona ister inanın ister inanmayın; daha önce kendilerine ilim verilenler, o, onlara okunduğu zamanlar, çeneleri üzerine secdeye kapanırlar." Secdeye giderken çenesi üstüne kapanan var mı? Çene yerine yüz diye çevirenler var fakat bu kelime ‘’ Biz, onların boyunlarına, çenelerine kadar dayanan demir halkalar geçirdik. Bu nedenle başları sürekli yukarıda kalkık olanlardır.’’ (36:8) de kullanılmakta ve bu ayette kelime ‘’yüz’’ diye çevrilemeyeceği açık. Secde kelimesine fiziksel bir anlam vermek için zorlama bir çeviri yapmaya çalışmışlar gibi duruyor.
-Kur’an’dan fiziksel bir namaz sıralaması çıkarmaya zorlarsak kendimizi, şu anki ritüel namazdaki fiziksel hareketlerin bazı ayetlerde doğru sırayla verilmediğini görürüz. 3:43’de secde rükudan önce gelmekte. 25:64, 39:9 secde kıyamdan önce gelmekte.
-26:219’da elçi hem namaz kıldırıyor hem de secde edenler arasında dolaşıyor mu? Bu ayeti elçinin namaz kılarken secdeye giden insanlar arasında dolaşması olarak mı alacağız?
-4:102 ‘’bunlar secde edince arkanıza geçsin’’ kısmı belli ki o grubun işini tamamlayıp arkaya geçmesini anlatıyor fakat geleneksel namaz ritüeli secdeyle bitmiyor. Şu an dayatılan ritüelin yapılış sırası bile uyuşmuyor Kur’an ile.
-48:29’da secde izlerinden birilerini tanıyabiliyorsak 48:25’de neden tanıyamıyoruz? Yani buradaki iz mecazi bir anlamda alçakgönüllülüğü belirtmek için kullanılmış olması daha muhtemel.
RÜKU:
“1) الرّكوع [rükû], "hudû" [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek] demektir. 2) Rükû, "inhina" [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara rakea'ş-şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir. 3) Rükû, "zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi" demektir ("beli kırılmak" deyimine eş bir anlam). 4) Rükû, "putlara tapmayıp Allah'a boyun eğmek" [haniflik etmek] demektir. Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah'a tapanlara, raki [rükû eden] ve rakea ilellâh [Allah'a rükû etti] derlerdi. [ Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 232-233; "Rakea" mad.]
Bize göre 4. maddedeki anlam, âyetin en doğru şekilde anlaşılmasını sağlayan anlamdır.”
Kaynak: https://istekuran.net/kavram/ruku/
-En bariz Maide 55 örneğine baktığımızda “Sizin veliniz; ancak Allah, O'nun Resulü ve "salatı ikame edip ruku halinde zekat yapan" mü'minlerdir.”, geleneksel anlamdaki “rüku halinde” bir zekat vermenin mümkün olmadığı; burada başka bir anlam -muhtemelen alçak gönüllülük ile/boyun eğerek zekat vermek- olduğu anlaşılabilir.
-2:43’te de salattan değil, zekattan sonra rüku edildiğini görüyoruz, madem rüku ile salat içinde yapılan fiziksel bir harekete değinilecek neden salat kelimesinden hemen sonra rüku geçmiyor da zekattan sonra geçiyor?
-Rükuya fiziksel olarak eğilmek dersek Meryem neden secde edenlerle beraber secde etmiyor da sadece rüku edenlerle rüku ediyor? Eğer ki ortada bir namaz varsa iki harekete de katılması gerekmez mi? Neden sadece rüku edenlerle rüku et deniliyor da secde edenlerle secde et denmiyor ve ayrım yapılıyor iki kelime arasında? Ayette önce secde et deniyor, sonra rüku edenlerle birlikte rüku et diyor. (3:43)
-Rüku namazın içerisinde yapılan bir fiziksel hareket ise neden 2:43 ve 5:55 ayetlerinde salattan ayrı bir şekilde farklı bir konsept olarak ele alınmakta? Neden salatın içine dahil edildiğine dair bir ifade bulunmamakta?
-Madem namazda rüku secdeden önce geliyor da 3:43’de neden secde rüku’dan önce gelmiş?
-2:43 ve 5:55’de rüku zekattan sonra gelmekte salattan sonra değil. O zaman nasıl oluyor da rükunun namazın içinde olduğunu ama zekat ile alakası olmadığını çıkarımlıyoruz? Bu mantığa göre rüku namazın için de olduğu kadar zekatın içinde de olan bir hareket o zaman?
-Rüku fiziksel eğilme anlamına geliyorsa neden 2:125, 22:26, 48:29 ayetlerinde geçen secde kelimesi ayrı bir hareket olarak kullanılmaktansa rükunun sıfatı olarak kullanılmakta?
-77:48 ‘’Onlara, "Ruku edin." denildiği zaman ruku etmezler.’’ Adam daha inanmamış iken, iman etmemiş iken burada ondan direkt namaz kılmasını mı istiyoruz?
Ayrıca Kur’an’da namazların kaç rekat olduğu söylenmediği gibi namaz içerisinde kaç kez rükuya gidileceği de yine belirtilmemiştir.
#3 Abdest Konusu
Maide 6: “Ey iman edenler! Salata durduğunuz zaman, yüzlerinizi ve ellerinizi -dirseklerinizle beraber- yıkayın. Başlarınızı ve -aşık kemiklerinizle beraber- ayaklarınızı mesh edin. Eğer cünüpseniz; tam olarak temizlenin. Eğer hasta veya yolcukta iseniz veya tuvaletten gelmişseniz veya kadınlarınızla ilişkiye girdiyseniz ve o anda su bulamadıysanız, temiz kumla teyemmüm edin; onunla ellerinizi ve yüzlerinizi mesh edin. Allah size herhangi bir zorluk dilemiyor. Ancak sizi tertemiz etmek ve üzerinize nimetini tamamlamak istiyor. Umulur ki şükredersiniz.”
Namaz ritüelinin vazgeçilmez parçası abdest ise –ki abdest kelimesi de farsçadır-, neden en son surelerden biri olan Maide suresinde inmiştir? O vakte kadar abdestin nasıl alınacağı bilinmeden mi kılındı bütün namazlar?
Neden vücudun kir ve tozu almaya en uygun bölümlerine odaklanılıyor?
Salatı her ikame ettiğinde abdest alman gerekiyorsa, evinde namazını tek kılacak bir insanın bunu yapması için ne gibi bir sebep var? Çoğu geleneksel ideoloji takipçisi, abdesti bozulmadığı sürece her namazından önce abdest almıyor ki abdest bozulması kavramının da Kuran’da hiçbir karşılığı yok.
Varacağımız kanıyı güçlendiren delillerden biri de salat için temizlenme/abdest ayetlerinin geçtiği Maide Suresi ile Cuma/Toplantı Surelerinin nüzul sıraları birbirine çok yakın. Yani toplu yapılan, kalabalık olan salatlara yönelik müminler için temizlenmenin hedeflendiğini düşünüyoruz.
Sonuç olarak yazının ileriki kısımlarında detaylandıracağımız o dönemki eğitim/öğretim/toplantı faaliyetleri elçi aracılığıyla gerçekleşiyor ve müminlerin/Müslümanların bir araya geldiği sosyal bir durum var. Allah abdest ile toplantıya katılacak insanların temiz ve bakımlı olmasını istiyor ki verim düşmesin, koku olmasın, nezih bir ortam oluşsun. Sonuçta toplum içine çıkılıyor ve o dönemde temizlik alışkanlığı gelişmemiş bir topluluğa hitap edildiğini de unutmamak gerekir.
#4 Zerdüştlük ve Geleneğin Ortak Noktaları
Tarihsel olarak hadisler İslamın ilk dönemlerinden başlayıp özellikle Emeviler döneminde uydurulmaya ve temiz olanı bozmak için kullanılmaya başlanmıştır. Abbasiler döneminde ise sistematize bir şekilde hadisler uydurulmaya devam edilmiş aynı zamanda da kitaplaştırılmıştır. -bu konuda daha fazla detaylandırmalar için Uydurulan Din ve Kurandaki Din kitabının ilgili kısımlara göz atılabilir- Abbasilerin Emevileri yıkıp güce gelmesinde Zerdüştlerin büyük bir payı vardır. Abbasiler merkez kadrolarında da eski Pers devlet geleneğinden gelen, dolayısıyla tecrübeli olan İran kökenli bürokratlardan faydalanmışlardır. Örneğin Bermekiler ailesi incelenebilir. Bu aile vezirlik, valilik gibi hizmetlerde bulunmuş; yönetimde etkili olmuş. Yine aynı şekilde bu dönem İranlı düşünür ve bilim adamlarının da altın çağı olmuştur. Görüldüğü gibi ortam dinin çarpıtılıp pers unsurların ilave edilmesi için gayet elverişli görünüyor. Aslında namaz, abdest gibi kavramların farsça olmaları da bize ipucu veriyor. İranla etkileşim sonucu dine ilave edildiğini düşündüğümüz,zerdüştlükle geleneğin bazı ortak noktalarına göz atalım:
-İslami gelenekte ölen insan Sırat köprüsünden, Zerdüştlükte ise Cinvat köprüsünden geçmelidir. Hatta gelenekte olan sırat köprüsünün kişinin amellerine göre değişik şekillerde olacağı inancı zerdüştlükte de aynen görülebilir. Direkt wikipedia dan alıntı yapıyorum: “Çinvat Köprüsü'nün görünümü geçen kişinin aşasına veya dürüstlüğüne göre değişir. Bundahişn adlı dînî kaynaklarında yazılı olduğu üzere kötü bir kişiye bu Köprü dar görünecek ve Vizareş adlı insanüstü varlık karşısına dikilecek[2] ve bu kişinin ruhunu druc-demana 'ya, yani Yalanlar Evi 'ne itecek ki, burası ebedî ceza ve acı çekme yeridir ve bu yer çeşitli inançlardaki Cehennem tanımına benzer[3] Fakat iyi düşünce, söz ve amelleriyle gelen bir insana Köprü geçilebilecek kadar geniş görünecek ve vahiy getiren ruh olan Daena ona görünüp bu ruhu Şarkılar Evi 'ne götürecek.”
-Miraç olayı Zerdüşt kitabı olan Ardavirafname’den alınmıştır. Bu olayda Zerdüşt bir genç Ahiret alemine yolculuk bir yolculuk yapar. Detaylara girmeden sizi şu linke yönlendirebilirim: https://www.hayatinsirri.net/mirac-ve-z ... k.html#S10. Benzerliğin görülmesi açısından bu siteden bir alıntı yapıyorum:
“Miraç Hadisi : Yalancı Şahitlik Bundan sonra, bir takım erkek ve kadın gördüm. Bunların dillerinden ateşten çengellerle asmışlardı. Tırnakları bakırdandı. Kendi yüzlerini yırtıp parça parça ediyorlardı. Bunlar kimlerdir? dedim; Malik şöyle anlattı: Bunlar yalan yere şahidlik edenlerdir. Koğuculuk yapıp söz gezdirenlerdir.
Ardavirafname Bölüm Kırk Beş : Yalancı Şahitlik Bütün bedeni solucanlar, kurtlar tarafından kemirilen bir adamın ruhunu gördüm. Ben de sordum “Böyle bir cezaya maruz kalan bu ruh hangi günah işlemişti?” Dindar Srosh ve melek Azer şöyle dedi. "Bu yalancı şahitlik yapan ve iyi insanların mallarını gasp edip kötü insanlara veren bir insanın ruhudur."
“Miraç Hadisi : Zina Edip Çocuklarını Öldürenler Bundan sonra, bir grup kadın gördüm; bunların kimisi göğsünden asılmışlar; kimisini de ayaklarından baş aşağı asmışlardı. Bunlar feryadı figan edip duruyorlardı. Bunlar kimlerdir dedim? Malik şöyle anlattı: Bunlar zina edenlerdir; ayrıca çocuklarını düşürüp katil işi işleyenlerdir
Ardavirafname Bölüm Altmış Dört : Zina Edip Çocuklarını Öldürenler Ağlayıp inleyen bir kadının ruhunu gördüm. Başına dolu yağıyordu ve ayağının altından erimiş pirinç akıyordu. Ben de sordum “Böyle bir cezaya maruz kalan bu ruh hangi günah işlemişti?” Dindar Srosh ve melek Azer şöyle dedi “ Bu, gereksiz yere diğer erkeklerden hamile kalan kötü bir kadının ruhudur ve bebeğinin yok olmasına sebep oldu [Yani kürtaj veya çocuk öldürme]. Duyduğu acı yüzünden bebeğin sesini duyduğunu zanneder ve o tarafa doğru koşar. Ancak erimiş pirinç üstünde koşmaktadır. Bebeğin ağlamasını duydukça kafasını ve yüzünü bıçakla keser ve bebeğini ister. Ama bebeğini yeni dünya kurulana kadar göremez ve çekmesi gereken bu ceza yeni dünya kurulana kadar devam eder.”
Bahsettiklerimiz gelenekle zerdüştlük arasında ciddi etkileşimler olduğunu gösteriyor. Bu da bize salatın ritüelleştirilmesi için uygun koşullar olduğunu düşündürüyor. Ayrıca fikir vermesi açısından Zerdüştlükte de gelenekte de 5 vakit ibadet oluşu, bunların da benzer zamanlarda oluşu da açıkçası acaba dedirtiyor.
Her bozguncu güç kitleleri kendi sunduğu malzemelerle donatmak ve uyutmak ister. Kur’an gibi saf ve tamamiyle aklı, sorgulamayı, güçlü olmayı buyuran bir kitap tabii ki de bir tehdittir. İkinci bir Elçi Muhammed vakası yaşamak istemezler. Çünkü Kur’an’ın gerçek anlamda anlaşılması ve uygulanması bunu mümkün kılar. Kur’an’ın orjinal metnini bozamıyorsan ve yine de insanları onun pusulasından/öğretilerinden alıkoymak istiyorsan hadis uydurur, kelimelere farklı anlamlar yükler, kasıtlı kelimeler uydurur, kasıtlı yanlış çeviriler yaparsın. Kendi saçmalıklarını dinin parçası diye kitlelere uzun süreler boyunca tasmaladığın imamlarınla da pazarlarsın. İnsanlar dini yanlış anlar, değeri yanlış yerde aramaya başlar ve bir süre sonra bir bakmışsın ki tanrı kelamına kimse bakmaz olmuş.
Fikir verebilecek video:
https://www.youtube.com/watch?v=x5EQUiicHVg
#5 Kuran’da Namaz Gibi Bir Ritüel Detaylandırılmıyor
"Eğer salatın ikamesi bir ritüel içeriyorsa, kuran'da bunun detayları nerede anlatılıyor?" sorusuna karşılık, kuran kaynaklı bir inceleme yaptığımızda kuran'ın ritüele dayalı detaylandırmadan eksik oluşunun bize göz ardı edilemeyecek bir delil sunduğunu görüyoruz.
Ayrıca bugün kılınan namaza benzer bir ritüel kuran'da hac yahut oruçta olduğu gibi derli toplu bir şekilde detaylandırılmıyor.
Var olduğunu öne sürmeye çalışanlar namazın amacı, temizlenmesi, vakti, hareketleri, ses tonu, yönü, bitirilişi gibi mevzuları hep farklı surelerden alarak bir sonuca varıyor. Madem ki namaz ritüeli bu kadar kilit bir rol oynamakta neden diğer ritüeller gibi tek seferde anlatılmamış bu olay?
Biz her şeyi bu kitapta açıkladık diyen ve evrensel geçerliliği bulunan Kur’an’ın, ilk defa okuyan birine namazı bildirememesi abesle iştigal bir durum değil midir? Tanrı eğer din için kilit değere sahip olan bir uygulamayı farz kılsaydı bunu açık bir şekilde adım adım anlatmaz mıydı?
Üstelik o dönemde Kur’an tarafından kınanan, Enfal 35’te müşrikler tarafından Beyt’in etrafında boş gürültü olarak yapılan bir salat var. Tanrı dinin içeriğinde namaz gibi bir ritüel barındırsa, bu ritüelin yanlış uygulamasını düzeltip doğrusunu kuran’da öğretmez miydi? “Ey iman edenler salatınıza ayaktayken tekbirle başlayın, şu sureyi okuyun, sonra rükuya gidin vs.” gibisinden bir açıklamayla bu ritüelin aydınlatılması gerekmez miydi? Kur’an’da buna benzer bir detaylandırılış hiçbir şekilde yok, aksine bugünkü uygulanan ritüelin çoğu parçası Kur’an’ın içeriğine dahil bile değil, örn: tekbirdeki Allahu Ekber, sübhane rabbiyel ala, sübhane rabbiyel hamd, tahiyyat, sonda verilen selam Kur’an’da geçmez. 6000’den fazla ayetin hiçbir yerinde rekat diye bir terimden de söz edilmez.
Ayrıyeten namaz ritüeli Allah için yapılıyor fakat Kur’an'da Allah’a salat et diye bir ayet geçmez. Zikrim için salatı ikame et olarak geçer (Bkz. Taha 14)
Namazın varlığı varsayımsal iddialar üzerinden bile tutarlı şekilde açıklanamıyor.
Hadislerde –doğru bir kaynak alacak olsak bile- bir fikir birliği yok. Elçi İbrahim’den öğrenildi deniliyor fakat söylediğimiz gibi peygamber döneminde yanlış yapılan bir ritüel de var, tanrı sapla saman karışmasın diye içinde ihtilaf olan bir konuyu detaylandırmaz mıydı?
Namaz risaletin 11. yılında miraçta farz oldu deniliyor. Doğru olduğunu varsaydığımızda -ki değil, yukarıda açıklamıştık- o zamana kadar inen "salatın ikamesi" kalıbının geçtiği tüm ayetler boşa çıkıyor. Abdest ayetleri de en son inen surelerden biri olan Maide suresinde. Peki 20 yıl abdestsiz mi namaz kılındı? Hani abdest namazın olmazsa olmaz ritüelistik şartıydı? Müzemmil (ilk inen surelerden) suresinde salatı ikame et derken namaz kılmak emrediliyorsa neden abdest en son surelerde indirildi?
#6 Salat ve Zekat
Zekat “zkw” kökünden gelir. İsim anlamı olarak bol otlaklı/verimli arazi, fiil olarak arınmak/temizlenmek/arttırmak anlamları vardır. Bir şeyin zekatının verilmesi onun arındırılıp temiz hale getirilmesini sağlayan aksiyonlarla olur. Mesela arazinin verimli olması için temizlik yapılır. Kuran’da ise zekât daha çok arınma anlamıyla kullanılır.
Zekât kelimesi, bilinen anlamıyla belirlilik takısıyla “El Zekât” olarak Kur’an’da 30 yerde geçer. Bunun 4’ü hariç 26’ sı “Salat” ile beraber kullanılır. “Onlar Salâtı ayakta tutarlar, korurlar; zekâtı verirler.” Yani kendilerinde fazla olandan/artanı temizlenmek için verirler. Sosyal birlikteliği ve dayanışmayı arttıran faaliyetleri içerir. Geleneksel anlayışın tersine kuran’da zekatı verenler tüm müminlerdir, zengin yahut fakir diye ayrım yapılmaz. Örneğin Müminin ilk 4 ayet:
-“Mü'minler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.
Onlar, salatlarında huşu içinde olan kimselerdir.
Onlar boş şeylerden yüz çevirirler.
Ve onlar, zekat için çalışanlardır.”
Ayrıca Leyl suresi’nde geçen:
Leyl 5: “Kim verir ve sakınırsa...”
Leyl 8: “Kim de cimrilik ederse…”
Maide 55’te ise: “Sizin gerçek dostunuz sadece Allah'tır, O’nun elçisidir, rükû edenler olarak salâtı ikame eden, namazı kılan ve zekâtı veren müminlerdir”
Bölümlerine baktığımızda müminlerden genel olarak bahsettiğini görebiliriz. Ayrıca bir insanın maddi imkanının olmaması mümin olmasına engel midir? Zekat sadece maddi ise zengin olmadan mümin olunamıyor mu? Maide 55’te geçen gerçek dostlarda maddi imkanı kısıtlı olanlar yok mudur?
İsa ömrü boyunca zekat vermekle görevli olduğunu söylediğinde, hep varlıklı olacağına dair bir garantisi mi vardı? İsmail halkına zekatı buyuruyorken, ehlinden herkes maddi olarak refah mıydı?
Kur’an’daki kullanılışına ve anlam kökenine baktığımızda gördüğümüz şu ki; sadece mali yardımlar değil, Allah adına yapılan her türlü paylaşım zekatın kapsamına giriyor ve kişinin arınmasını sağlıyor. Finansal yardım için Kur’an’da kullanılan terim ise "sadaka", ve bu da müminler üzerine farz.
Tevbe 60: “Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak; ancak yoksullara, düşkünlere, bununla ilgili görevlilere , kalpleri kazanılacak kimselere , rikab olanlara , borçlulara, Allah yoluna ve yol oğluna aittir. Allah, Her Şeyi Bilen'dir”
‘’Bununla ilgili görevlilere’’ kısmında bu şekilde çevrilen kelime ‘’amil’’ kelimesidir. Kelime anlamı olarak islam devletlerinde zekat, vergi tahsildarı veya valiler ve devlet memurları için kullanılmış. Ayrıca bu kelime Osmanlı döneminde vergi tahsili ile görevlendirilen memurlar için de kullanılmıştır. Yani buradan yola çıkarak yukarıdaki ayette Tanrının vergiyi bir nevi sadaka kelimesi ile ifade ettiğini ve kimlere verilmesi gerektiğini açıkladığını, sadakanın mali yardımları kapsadığını söyleyebiliriz.
Salatı ikame etme ve zekatı vermenin sık sık bir arada kullanıldığını biliyoruz. Anlamını açıkladığımız zekat kelimesinin yanına gelen salatı ikamenin bir ritüelden ziyade her tür destek, yardım ve çaba anlamına gelmesi daha akla yatkın geliyor.
#7 Salat ve Zikr
" الذّكرZİKR" sözcüğünün sözlük anlamı "bir şey için korumak; anmak, hatırlamak, hatırdan çıkarmamak, akla gelenin hazır hale getirilmesi, öğüt almak, unutmamak, ibret almak" demektir. Zikir sözcüğü de Zeker sözcüğünden öz anlamı ekseninde türetilmiştir. Zihinde düşünülen şeyin bedende tezahürü; eyleme dönüşmesi demektir.
Bakara 200: “Allah'ı babalarınızı andığınız; zikrettiğiniz gibi anın/zikredin; hatta daha kuvvetli bir anışla/zikirle anın/zikredin”
Burada bahsedilen anma, sayaç var gibi sıkça “baba, baba” demek olamaz. O zaman neden Allah kendisini zikretmemizi istediğinde sürekli aynı kelimeleri tekrarlamak gibi bir eylemi emretmiş olsun? Babamızın bize öğütlerini hatırlayarak, sevgide ve saygıda kusur etmeden ona karşı sorumluluklarımızı bilerek yaşamaktır. Zikir söylem değil eylemdir. Zikrullah/Allah’ın zikri de aynı mantıkla tanrının biz kulları üzerindeki haklarını ve sunduğu nimetleri düşünmek, O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi sıklıkla kontrol etmek, kulluk görevlerimizi yerimize getirmek, O’nun nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek ve daimi olarak da bu bilinç içerisinde olmaktır.
Zikr’in çevirisi çoğunlukla “öğüt” olarak yapılmakta fakat bu tam olarak doğru değil. Öğüt kelimesinin arapça karşılığı vav-ayn-zay’dan türeme “vaaz”dır. Nahl 90’da bu iki kelime birlikte kullanılır.
“Şu bir gerçek ki Allah; adaleti, iyi ve güzel davranmayı, yakınlara vermeyi emreder. Tüm pisliklerden/edepsizliklerden, kötülükten, azgınlık, doymazlık ve kıskançlıktan yasaklar. Düşünüp ibret alırsınız (yeizukum) ümidiyle size öğüt veriyor. (tezekkerune)”
Benzer şekilde Hud 120: “Elçilerin haberlerinden, kalbini kuvvetlendirecek her şeyi sana anlatıyoruz. Bu hususta sana Hakk, müminlere de öğüt (mev'izetun) ve hatırlatma (zikra) geldi.
Kuran’ın zikr oluşu aklımızdan çıkarmamamız gereken doğru bilgi oluşundan gelir.
Kehf 57: “Rabb'inin ayetleri hatırlatıldığı (zukkira) zaman onu dikkate almayan ve yapıp ettiklerini önemsemeyen kimseden daha haksız kim vardır?”
Zuhruf 36: “Her kim Rahman'ın zikrine (akılda kalması ve uygulanması gereken mesajlarına) karşı duyarsız olursa, Biz ona bir şeytan salarız. Artık şeytan onun yakın arkadaşı olur."
Peki müminler ne yaparlar?
Secde 15: “Bizim ayetlerimize iman edenler; kendilerine hatırlatıldığı (zukkiru) zaman saygı gösterirler ve Rablerini övgü ile yüceltirler. Onlar asla büyüklük taslamazlar."
Araf 201: “Takva sahipleri, şeytandan bir dürtü olduğu zaman, düşünüp (tezekkeru) hemen gerçeği kavrarlar.”
Salat ile zikrin bağlantısına gelecek olursak, bu iki kelime bir arada sıkça kullanılmıştır.
Ala 14-15: “Doğrusu arınan kimse kurtuluşa ermiştir; Rabbinin adını anıp(zekera) salla eden.”
Arınmak için önemli olan tanrının adını sıkça söylemek değil, onun öğütleri çerçevesinde yaşamaktır.
Taha 30-34: "Bana, yakınlarımdan bir yardımcı ver, kardeşim Harun'u. Onunla gücüme güç kat. Onu görevime ortak et ki Seni çok tesbih edelim. Seni çokça zikredelim."
Musa’nın tanrıdan yardımcı istediği konu onun ismini sayıklayamaması değil, onun öğütlerini uygulayıp insanlara duyurmasıdır.
Ankebut 45: “Kitap'tan sana vahyolunan şeyi oku. Salatı ikame et. Salat, fahşadan ve münkerden alıkoyar. Kesinlikle Allah'ın zikri daha büyüktür. Allah, yaptığınız şeyleri bilir.”
Salatın ikame edilmesi tanrının öğütlerinin hatırlatılması ve uygulanılmasıyla gerçekleşiyor. Taha 14’te tanrı Musa’ya zikrim için salatı ikame et derken de vahyin mesajının topluma aksettirilmesini, vahiy ile hareket edilmesini kastettiğini anlayabiliyoruz.
Cuma suresinde de “salat için seslenildiği zaman, alışverişi bırakıp, hemen Allah'ın zikrine koşun.” denilir. Peki ne yapılıyor salatta? Eğitim öğretim ve toplumsal dayanışma faaliyeti gerçekleştiriliyor (ileride detaylandırıyoruz). Cahilliğe karşı eğitim ile savaş verilirken derdi olanlara çözümler bulunuyor. Cem olarak, tek yumruk olarak birleşiliyor. Böylece salatın ikamesi gerçekleşiyor. İşte bu eylem Allah’ı zikretmektir. Nitekim Cuma 10’da salatı kaza ettikten sonra da yeryüzüne dağılın ve Allah’ı çokça zikredin deniliyor. Yani öğrenilenleri zihninizde tutun ve uygulamaya devam edin.
#8 Kuran Salat’ın Ne Olmadığını Açıklar
Kuran birbirine benzer kelimelerin aynı olmadığını açıklamak adına bunları aynı ayette kullanır. (örn: resul-nebi, fitne-bela kavramları) Bu bağlamda salatın da birlikte kullanıldığı ayetleri incelediğimizde Kuran’ın yaptığı ayrımı kavrayabiliriz.
İbrahim 40: "Rabbim! Beni ve soyumu salatı ikame eden kıl. Rabbimiz isteğimi/duamı kabul et."
Dua ve salat kelimeleri aynı ayette kullanılıyor, yani salat dua’ya indirgenemez.
Bakara 157: “İşte Rabb'lerinden, onlara salatlar ve rahmet vardır. İşte onlar, doğru yolu bulanlardır.”
Salat ve rahmet kelimeleri aynı ayet içinde kullanılıyor, yani bu iki terim farklı anlamlara sahipler. Salata bolca namaz anlamı verenler tabi ki burada verdiklerinde “Tanrı’dan onlara namazlar” gibi saçma bir çeviri olacağı için veremiyorlar.
Enam 162: ”De ki: "Benim salatım, nusukum , hayatım ve ölümüm alemlerin Rabb'i olan Allah içindir."
Kuran’da ritüel için kullanılan terim olarak “nüsuk” var. Buradan da salatın anlam olarak ritüelden farklı olduğuna dair bir delil görüyoruz çünkü nüsuk ile salat aynı ayette kullanılmış demek ki farklı kavramlar. Nüsuk’un ne olduğuna ilişkin bu alıntıyı incelemeniz de faydalı olacaktır:
“Kur’an’da 170 küsur yerde ibadet, 6-7 yerde nusuk (menâsik) kavramı geçmektedir. İbadet geçen yerlerde namaz, oruç, hac, kurban geçmemektedir. Bunlar nusuk geçen yerlerde geçmektedir. İslam’da ibadet namaz, oruç, hac kurban değildir, bunlar nusuktur. Nusuk bugünkü tabirle ayin oluyor.
Nusuk ile ibadet arasında üç fark var:
1- Nusuk önceden belirlenmiş hareketlerden oluşur, ibadette önceden belirlenmiş hareketler yoktur.
2- Nusukun yeri ve zamanı vardır ibadetin yoktur.
3- Nusuku yapan herkes öyle yapmak durumundadır ama ibadet herkesin farklı olabilir.
• RÜKU, SECDE nusuk(ritüeldir) ama hayatta kimsenin önünde eğilmeme, mütevazi olma ibadettir.
• TAVAF nusuk (ritüel) dur ama halka karışma, eşitlenme ibadettir.
• KURBAN KESMEK nusuktur ama yakınlaşmak, kaynaşmak ibadettir.
• DOMUZ ETİ YEMEMEK nusuktur ama domuzlaşmamak, yiyicilik yapmamak ibadettir.
“Nüsük”, gümüşün eritilip kalıba dökülmesi, gübreleme anlamındadır. Gümüşten kalıba dökülen her parçaya “nesîke” denir. Bu kelimenin müfredi olan, “en-nesike” Arap dilinde Allah rızası için boğazlamak, kurban etmek ve ibadet etmek” manalarını ifade etmektedir. Bu lafzın aslı “temizlemek ve yıkamak” manasında olan “el-ğasl” den alınmıştır. Nusuk/menâsik kelimesinin Arapçada toprağı ıslah için gübrelemek (nusuku’l-ard), yeni yağmur yağıp yeşillenmiş toprak (ardun nâsike), bir adamın alıştığı yer (en-Neseki) kelimelerinden da anlaşılacağı gibi “gübrelemek, alışmak” gibi anlamları da vardır. Nefsini günah kirlerinden temizleyip ibadete veren kişiye de “nâsik” adı verilir. Bunun sebebi de, sanki ibadet yapan kişi, bu ibadetiyle, günahlarını ve manevi kirlerini temizlemiş olmaktadır.
Nüsuk belirli hareketlerin sayılı, tekrarlı ve aynı tarzda yapılması bakımından ritüel ve ayine benzer. Fakat kelime kökünden de anlaşılacağı gibi bunlardan maksat sırf “aynı şeyleri tekrar” edip durma değildir. Amacını kaybetmiş, manasız tekrar olunca ayin, hayatın içindeki bir amaca “alıştırma” veya hayatta ürün almak için “gübreleme” olunca tekrarlanan hareketler nüsuk oluyor. Bu durumda nüsukun amacı “ibadet” oluyor. İbadet ise bir şeyi hayatın içinde yapmak, iş ve değer üretmek, ortaya çıkarmak, etmek, eylemek demektir.
Nusuk ibadetin tarzı yani şeklidir ibadetin kendisi değildir. Bu durumda nusuk ibadetin gübresi oluyor. Arapça nusuk gübrelemek demektir. Dinde nusuk da, Onu besliyor, saklı manevi dinamik olarak diri ve canlı tutuyor, gübrelendikçe daha gür meyve veriyorsun.
Nusukları, Hz. İbrahim peygamberimize Allah bildirmiştir. Kısacası hacda yapılan, tavaf, kurban, oruç, namaz, kıbleye yönelmek, Kabe, temizlik, cenaze vb. nusuktur. Biz, bu nusukları hac dışındada yapmaktayız.
Bakara 128 Ey Rabbimiz! İkimizi sana teslim olmuş kimseler eyle. Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibadet yer ve yöntemlerimizi (MENASİK) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz sen her zaman tevbeleri kabul edensin ve rahmet sahibisin. ”
Hac / 67 Biz her ümmete bir ibadet tarzı (MENSEK) kıldık, onlar bu tarz üzere ibadet etmektedirler. Öyleyse, (din) iş(in)de seninle çekişmesinler. Sen Rabbine çağır. Şüphesiz sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin.
Hac / 34 Biz her ümmet için bir `MENSEK` kıldık, O`nun kendilerine rızık olarak verdiği nimetler üzerine Allah`ın adını ansınlar diye. İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır, artık yalnızca O`na teslim olun. Sen alçak gönüllü olanlara müjde ver. (Fatiha suresinde “nimet verdiklerinin yoluna ilet” deriz)
En’âm / 162 De ki: “Benim salatım, ibadetlerim(NUSUK), yaşamam ve ölümüm hep alemlerin Rabbi olan Allah içindir. ” (Salat ile nusuk’un bu ayette tamamen ayrılmış olduğunu görürüz)
Bakara / 200 İbadet tarzlarınızı(MENASİK) tam olarak yerine getirdikten (karara bağladığınızda) sonra Allah`ı, önceden atalarınızı andığınız gibi hatta ondan daha fazla anın. İnsanların içinde: “Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver” diyen vardır ki, onun ahirette bir payı yoktur.“
Kaynak: https://www.diniyazilar.com/2011/09/iba ... uk-ayrimi/
Ayrıca salat’la ibadet de aynı şeyler değildir. Bir kere salat ve ibadet kelime olarak arapçadır, arapça bir kelime yine bir arapça kelimeyle açıklanamaz.